24 Şubat 2017 Cuma

KAFASI KARIŞIK RÖPORTAJLAR: ALPER TURGUT


Dilekce iftiharla sunar Alper Turgut Kafası karışık blogumda:))) Blog röportajları yapmaya başladığımdan bu yana gözüme kestirip "bloguma gelse ne güzel olurdu." Dediğim Gazeteci-Sinema Eleştirmeni Alper Turgut beni kırmayıp bloguma konuk oldu. Kocaman kocaman teşekkür ederim kendisine. Paylaşımlarını çok severek takip ettiğim birini blogumda ağırlamak inanılmaz keyifli oldu benim adıma. Merak ettiklerimi sordum ve diliyorum keyifle okursunuz sizler de :) 



Ülke sineması dendiğinde aklınıza ilk hangi ülke sineması geliyor? Neden?


Soru günümüze dairse, ilk olarak Güney Kore sineması geliyor. Misal geçmişte şaşalı, ölümsüz ve çarpıcı filmler kotaran, yerelden evrensele ulaşan, yani dünya sinemasına armağan gibi rejisörler sunan İtalyan ve Fransız sinemasının, hali ortada. Bazı ülkeler yerinde sayıyor, bazıları düşüşe geçiyor, bazıları da harbi harbi yükseliyor. İşte Güney Kore, İran, Romanya ve İskandinav ülkelerinin sinemaları, merakımı kamçılamıyor dersem yalan söylemiş olurum. Tek tük yönetmen başarıları yerine, bir ekol, bir okul haline dönüşmek, rüştünü ispat etmek, formülü, hayata geçirmek demek. Yani sistemi oturtmak gibi… Bir futbol takımında, oyuncular değişse de, galibiyet serisinin devam etmesi, buna örnek olabilir. Kişisel başarılardan ziyade, takım ruhudur artık asıl olan… Kültür ve sanattan, hiçbir koşulda vazgeçmemek, yüzeyselliğe sırt çevirip, derini hedeflemek, hani şifre, imkânsız da değil ha! Sinemaseverleri deli gibi çeken, film makarasını, resmen mıknatısa eviren sihirli bir şey de yok ortada, özetle…


Güney Kore ve İran Sineması ile Türk Sineması arasında ne tür farklar görüyorsunuz?

Güney Kore sineması ile aramızdaki farkları, pek yakında sayamayacağız sanırım. Çünkü sinemamız, Güney Kore’ye satılıyor ve satılmakta… Dağıtım tekelinde varlar artık, bazı senaryoları onlardan alıyoruz, siparişle film çektiriyorlar, falan filan. Yüz yaşını deviren, memleketimiz sineması, Kore’nin şubesi olacak, onların metnine, oryantal tatlar katacak. Vay halimize… İran sinemasıyla aramızdaki farklar derseniz, hem komşumuz, hem de baskı konusunda yakınız diye başlarım öncelikle… Kabul etmeli, kapanan festivaller, sansür, oto-sansür, kültür bakanlığının, senaryoya değil, karşındaki adama, kadına göre destek olması, sanat filmlerimizin çoğunun çöp olması, gişe filmlerimizin büyük kısmının, çöpe bile rahmet okutması… Dert bir değil, harbiden bin bir… Ancak İran, bu baskıların daha alasını yaşadı, yaşıyor. Hatta zorlu koşullar, ters tepiyor, sinemasına incelik ve derinlik katıyor. Bizdeki en büyük bela, düşmanlık ve sonrasında kıskançlık… Çoğu sinemacı, birbirini sevmeyi bırak, nefret ediyor resmen. Yüze gülen, arkasından kuyusunu kazıyor. Sulu, vıcık vıcık, samimiyetsiz bir küçük dünya bu, kendileriyle, meslektaşlarıyla ve ülkeleriyle barışık olmayanlar, sinema yapsa ne olur, yapmasa ne olur?


Türk Sineması'nda Yeşilçam'dan Yeni Sinemaya neler değişti?


Yeşilçam, masal gibi bir şeydi. Çoğu apartma, yani çakmaydı. Özgünlük yoktu, başka ülkelerin tutmuş projelerini, bize uyarlayıp, sunmak gibiydi. Haaa başarılı oldular, iyi oyuncular, özellikle karakter oyuncularının bolluğu, hepimizi büyüledi. İnternetin olmadığı, her evde televizyonun bulunmadığı, bulunan siyah beyaz televizyonların ise tek kanallı olduğu bir dönemin şansını da kabul etmeli. Yılmaz Güney, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Ömer Lütfi Akad ve benzeri büyük yönetmenlerimizi ayrı tutarsak, bizde gerçek anlamda sinema, 1990’larda beden bulmayı başardı diyebiliriz.


Yeni sinemacılar içinde özellikle takip ettiğiniz bir yönetmen var mı?


Birinin adını verip, diğerlerine haksızlık etmek istemem. Lakin çoğu, ilk seferinde, tüm barutunu harcayıp, sonrasında düşüşe geçiyorlar. Üzüntü veren, morali dibe indiren bir garip durum bu, ne yazık ki… Hele şimdilerde, film yapmak, bazıları için daha da zor. Sinema, maalesef büyük parayla kotarılan bir sanat dalı… Ekip ruhunu, maddiyatla desteklemedikçe, beyazperdeyle buluşmak, haliyle eziyet… Keşke stüdyolarımız olsaydı, sinema, minik bir piyasa değil, kocaman bir iş kolu olsaydı. Bunca zahmete değseydi, kimse elini eteğini çekmese, bir anda küsmeseydi. Keşke.


Türk sinema tarihinde sizin çok beğendiğiniz, ancak gerek eleştirmenlerden gerek festivallerde hak ettiği ilgiyi göremediğini düşündüğünüz bir film var mı? Varsa hangi film?


Böylesi bir lüksümüz olsaydı, iyiydi. Lakin güzel bir film, sinemalarımıza ve festivallerimize çok nadir geliyor, o da hak ettiği ilgili, ziyadesiyle görüyor. Hah! Elbette bu alaka, sinemaseverler arasında, konuşarak, üstüne tartışarak, birbirlerine önererek, gerektiğinde savunarak oluyor. Yoksa genel izleyici dediğimiz, gişe işi sever kitle, bu filmlere gitmeyecek, abuk sabuk kaba güldürünün peşine düşecek, en nihayetinde…


Kafası Karışık Blog okuyucularına muhakkak izlemelerini tavsiye ettiğiniz 5 film sorsam?

1 – Gel ve Gör (Idi i smotri – 1985)


2 – Yağmurdan Önce (Before the Rain - 1994)
3 – Protesto (La Haine – 1995)
4 – Tanrı Kent (Cidade de Deus – 2002)
5 – Düşüş (The Fall – 2006)



Biraz da siyasete geçelim mi? Önce şunu sormak isterim Facebook paylaşımlarınıza ve sizi takip edenlere bakıyorum. Birbirinden farklı fikirlere sahip insanlar var takipçileriniz arasında. Tüm bu farklılıkların onayladığı demektir paylaştıklarınızı. Bunu nasıl sağlıyorsunuz? Denge tutmak zor çünkü.

Estağfurullah
J Ancak denge gibi bir derdim de yok. Mao’nun sevdiğim bir sözü var; “Yüz çiçek açsın, bin fikir yarışsın!” diye… Bizi geleceğe taşıyacak olan, fikir ve düşüncelerdir. Tek ses, tek renk ise geriye götürür. Çeşni iyidir, çoğalmak iyidir, özgünlük iyidir. Ama öncelikle bir fikrimiz olmalı, ezber yapıp unutacağımız değil, hakkıyla savunacağımız, arkasında duracağımız fikirler. Beni yakın buluyorlarsa, partisel bir aidiyetimin olmaması yüzündendir belki, tüm siyasi partilere, gönül rahatlığıyla bu yanlış yahu diyebilmek, güzel şey be! Elbette, sorumluluk sahibi olması gereken, 16 yıldır ülkeyi yöneten iktidar partisine daha çok yükleneceğim. Karar alma ve uygulama mekanizması onda, başımıza gelenler, büyük oranda onların eseri, bunu söylemek gerek, sakınmaya mecal yok. Son olarak, ironiye bayılırım, mizahı çok severim, kedilere ise hayranım, buradan tüm kedilere selamlar J Hadsizlik edenlere ise, asla müsamaha göstermem, anında şut! Nefretini kusma yerinde, her hangi bir paylaşım olmaz çünkü.



Türkiye çalkantılı dönemlerin sık yaşandığı bir ülke. Şu sıralar başkanlık konusu gündemde. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Kesinlikle hayır! Bunda acaba, ama, falan filan yok. Net ve kararlıyım. Hepimizi mutlu edecek, bir anayasaya ihtiyacımız var elbette, lakin bu değil, böylesi değil, yol bu değil! Kim olursa olsun, tüm gücü, kuvvetleri, tek elinde toplamasın mümkünse… Özgür irademize ipotek konulmasın, olmadığımız şeylerle suçlanmayalım. Kendilerine yakın olanları kayırıp, bizleri ötelemekle, itmekle, bu iş olmaz, olmamalı…

Muhalefete bakış açınız nedir? Sizce Türkiye'de yeterli muhalefet yapılıyor mu? Yapılmıyorsa sorun ne?

Yetersize bile razıyım, bence örgütlü muhalefet yok bu ülkede, bireysel muhalefetler var. İtiraz edenler olacaktır şimdi, bizler örgütlüyüz, partiliyiz diye… Peki, hani nerede örgütleniyorsunuz? Ev ev geziyor musunuz, kapıyı çalan olmadı da… Ancak saymadı, birçok kez, iktidar partisinden gelenler zile bastı, başörtülü kızlar, birkaç kez, gül uzattı. Oy vermeseniz de, çiçeğimizi kabul edin dediler. Demek ki çalışıyorlar, rey gelmeyecek yerlere bile gidiyorlar. Camide, Kuran kursunda, esnaflar arasında, sürekli bir örgütlenme hali var. Spor salonunda, kendi kaslarını örgütleyenler, gelip caz yapmasınlar, lafa karnım tok, gürültüye kulaklarım tıkalı benim. Kapıları aşındırmadan bu iş olamaz. “Ya yeni bir yol bulacağız, ya yeni bir yol yapacağız” diyen Hannibal’in sözleri, kulaklarımıza küpe olsun artık!



Yakın geçmişe gidiyorum Dsp'nin iktidara geldiği dönemleri biliyoruz en son koalisyon hükümetiyle Ecevit başbakandı ancak son 12 yıldır Dsp'nin içinden çıktığı Chp koalisyona bile yaklaşamadı. Bu durumu neye bağlıyorsunuz?

Yerinde saymanın, ne ileri gidip, ne geri düşmenin bağlanacak pek hali ve mecali yok. Bakıyorum, iktidar partisinden biri bir laf atıyor ortaya, suyu bulandırmak için. Hopppp üstüne atlanıyor, günlerce don lastiği gibi çekiştiriliyor. Yahu arkadaş, bir adım önde işte, onun lafını düzeltmek yerine, kendi sözünü söyle, onlar bunun peşine düşsün, kendine dert etsin. Gündemi belirleyen, politika denen zımbırtıda, ipleri eline almış demektir. Sonra hatalı kararlar veriliyor, karşı taraf, hep tetikte, üstüne atlıyor yanlışın. Sen sürüklenen olmayı kabul edersen, nasıl sürükleyebilirsin ki, ardından kitleleri? Dost acı söyler, çekidüzen vermeyi geçti bu durum, halktan kopuk olmayan, yeni ve özgün bir oluşum zamanıdır artık.

Sizce Türkiye'de , kurulduğundan bu yana, demokrasi tam anlamıyla yaşanabildi mi? Yaşanamadığını düşünüyorsanız sizce sebebi nedir?


Demokrasi, burjuvazinin uydurduğu cazibeli ve kullanışlı bir oyuncaktır aslında… Zengin olana işler, gücü elinde tutana işler, yakın durana işler, fukaraya işlemez, kodaman tanıdığı olmayana işlemez. Bu memleket, asla bir özgürlükler ülkesi olmadı ki, demokrasi olsun. Darbeci gelir, asar, keser, postalla ezer, sivil iktidar, hapisle, zamla, vergiyle ezer. Her dönem mutlu olanlar vardır, reddedenler, karşı duranlar ise mutsuz ve umutsuzdur. Hepimizi kucaklayan, sarıp sarmalayan bir dönem olduysa şayet, buna inanan biri anlatsın da, biz de anlamaya, kavramaya, inanmaya çabalayalım. Temel hak ve özgürlükler bile oturmamışken, demokrasi masal gibi bir şeydir, o kadar.